Kuruluşunun üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen üniversiteleri hâlâ Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ile ilişkilendirerek tartışıyoruz. Bu da, tartışmayı dışarıdan izleyenlerde, YÖK öncesi gerçek anlamda bir üniversitemiz olduğu, üniversitelerin bugün içine düştüğü durumdan çıkışın oralarda aranması gerektiği gibi bir algının oluşmasına yol açıyor. Oysa YÖK, kamuya bürokrat yetiştirmek üzere tasarlanmış üniversitelerin “bozulan” yapısını disipline etmek için oluşturulmuş üst bir otorite olarak ortaya çıkmıştı. YÖK’le birlikte kaybolduğunu düşündüğümüz üniversite özerkliği ise aslında üniversite öğrencilerinin kazanımlarından ibaretti ve üniversiteye ait değildi: Üniversite organlarının oluşumu, yönetim kademelerinin tutumu, öğretim üyelerinin ve ders içeriklerinin seçimi, yurtlar dahil sosyal alanların kullanımı öğrenci gençliğinin taleplerinin karşılığı olarak vardı ya da yoktu. Öyleyse üniversite sorununu YÖK’ten bağımsız, tüm zamanları içine alan geniş bir kapsamda ele almak doğru olacaktır. En doğrusu da üniversite kavramını tartışmaya açmaktır. Nasıl bir üniversite, sorusunun yanıtı ancak o zaman ortaya çıkabilir. Fakat bizler henüz nasıl bir üniversite sorusunun yanıtını arama noktasına gelmemişken küresel sermaye dönemin ruhuna uygun olarak üniversitesini inşa etmeye çoktan başladı bile; ulus devletin siyasal ve sosyal örgütlenmesine hizmet eden üniversiteleri, ekonomisinin karlılığını artırıcı itici güce dönüştürmede, eğitimi iş alanı olarak endüstrinin bir koluna dönüştürmede oldukça mesafe katetti. Haliyle eğitimin endüstrileşmesi, eğitim kurumlarının işletme modeline uygun yöntemlerle yönetilmesini, diğer endüstri alanlarında olduğu gibi küresel kriterlere uyumun sağlanmasını, uluslararası partnerleri ile bağ kurup geliştirilmesini de zorunlu kılıyor. Amacı, üye ülkelerin yükseköğretim sistemini uyumlu hale getirmek olan Bologna Süreci olarak bildiğimiz Avrupa Yükseköğretim Alanı; üye ülkelerdeki yükseköğrenimdeki uygulamaları denetleyen Yükseköğretimde Avrupa Kalite Güvence Birliği; Yükseköğretim kurumları arasındaki ilişkiyi teşvik etmeye yönelik olarak bir AB programı olan Erasmus; ve her düzeydeki okulların öğretim programlarını, ölçme-değerlendirme ve öğretmen niteliklerini uyumlaştırmayı hedefleyen Bakalorya (Vakıf), uyumlaştırma aşamasının kolaylaştırıcıları olarak ortaya çıktılar. Türkiye, bütün bu uluslararası organizasyonların bir üyesi olarak, aşamalar halinde Taahhütlerini yerine getirmekle mükellef. ABD ve sonra İngiltere’nin öncülük ettiği üniversiteleri neoliberal ekonominin güdümüne sokma politikalarına, geleneklerinden aldığı güçle Batı Avrupa üniversiteleri daha yavaş ve temkinli bir tepki verirken Türkiye’de, İslam’ın modernleşme karşısında ayakta kalan gücü devreye sokularak yukarıda belirttiğimiz mükellefiyetin görev olarak üstlenilmesi sağlandı. Eğitimde dönüşüm dendiğinde İslamcı politikacıların bu denli saldırganlaşmasında hiç kuşkusuz, neoliberal eğitimin “bilgi”yi sorunsallaştırması büyük rol oynamaktadır. Çağdaş anlamda üniversite geleneğinin bulunmaması ve siyasi iktidarın dinsel yapısından kaynaklanan bilgi karşıtlığı, YÖK’ü ortadan kaldırmak yerine onun otoritesinden yararlanarak kendi ideolojisini de işe katarak arzulanan dönüşüm gerçekleştirilecektir. Yüksek Öğretim Kurumunun yeniden yapılandırılması, AKP hükümetlerinin ilk altı ayında gerçekleştirmeyi planladığı ve Acil Eylem Planı olarak kamuoyuna deklere ettiği vaatleri arasındaydı. Bu vaadin üzerinden on yıl geçti ve bu sürede iki kez yasa değişikliğini tartışmaya açtı (2003 ve 2005). Fakat AKP, önünde herhangi bir engel bulunmamasına rağmen bu uzun süreyi YÖK konusunu gündemde tutarak eğitimin alt kurumlarındaki dönüşümün tamamlanmasını beklemeyi yeğledi. Çünkü AKP, dönüşümünü gerçekleştirmeyi üstlendiği diğer alanlarda olduğu gibi burada da tümevarım yöntemini tercih etmiş, üniversitelerdeki kadrolaşmasını tamamladıktan sonra ilk ve ortaöğretimin ardından sıranın, ilkokuldan itibaren zihniyle oynanan öğrencilerinin çelişki yaşamayacakları bir üniversite yapısına geldiğine kanaat getirmişti. Türkiye üniversiteleri, bu gerici neoliberal saldırıya direnecek, karşı duracak potansiyele sahip değil. Kıt kanaat oluşmuş bilgisini iktidara satmaktan imtina etmemiş, toplum sorunlarından uzak durarak entelektüel kimliğini yitirmiş ve hatta İlk ve ortaöğretimde gerçekleştirilen dönüşümü bile kendileri açısından sorun etmeyip sürecin bir parçası olmuş üniversite zaten kendi sonunu hazırlamış demektir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bizde üniversite geleneğinin bulunmaması, “düşünce”yi savunmaya değer bulan bir öğretim üyesi kadrosunu da ortaya çıkaramadı. Öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu, piyasaya açılmanın sunduğu imkânlardan yararlanıp payına düşeni almayı bekleyen profesyonellere dönüştü (Bunu, uluslararası kuruluşların finanse ettiği dönüşüm projelerine ücret mukabilinde katılım arzularından biliyoruz). Ücret ve statü sorunu yaşayan öğretim görevlileri ile asistanlarla öğrencilerden gelen tepkiler ise gerçek bir üniversite talebi içermemekte; üniversite muhalefetinin “bilgi”, “gerçek” ve “düşünce”nin peşinde koşmadığı harç, yurt, ulaşım, sosyal alanların kullanımı gibi öğrenim maliyeti ile ilgili sorunlar etrafında geliştiği görülmektedir. İşçi Partili, İngiliz Eğitim Bakanı Charles Clark “Ortaçağdan kalma, gerçeğin peşinden koşan bir bilim topluluğunu desteklemek” gibi bir niyetlerinin olmadığını söylemiş 2002’de eğitimin anlamı üzerine yaptığı bir konuşmada. Türkiye’de dindar bir bakan “Ticari değeri olmayan bilginin anlamı kalmadı artık” diyor. Peki, bu büyük ittifak karşısında ticari hiçbir değeri bulunmayan ve bize savaş karşıtlığı düşüncesini veren “bilgi”yi kim aktaracak, koruyacak, geliştirecek, savunacak… |