Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in, öğretmen yeterliliğinin üç yılda bir tespit edilmesi yönündeki sözleri tartışma yarattı. Eğitim sendikaları, öğretmen yetiştiren okul (Eğitim Ens. Eğitim fak, vb) diplomasına sahip olan öğretmenin yeterliliğinin sorgulanmasını doğru bulmuyorlar. Bu konuda en radikal açıklama Türk Eğitim Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk’tan geldi. Koncuk "Öğretmenlik mesleğini icra edenlerin yeterliliğinin ispatı, elindeki diplomadır" diyor. Gerçekten öyle mi?
Son yirmi yılda, diploma almaya karşılık gelen eğitim sürecinde edinilen birçok bilgi, beceri, davranış, deneyim diplomanın düzenlendiği anda eskidiği görüldü. Eğitim fakültelerinde alınan bazı derslerin konusunun, henüz okul bitmeden yenilenmesi gerektiği görüldü. Bundan dolayı Öğretim Teknolojileri ve Materyal Tasarımı, Bilgisayar, Öğretim İlke ve Yöntemleri, Okul Deneyimi gibi teknolojik gelişmeye bağlı alanlarda öğretmenlerin de ders konularına koşut olarak sürekli güncellenmesi zorunlu hale geldi. Sosyal ve siyasal değişime koşut olarak değişen Türk Eğitim Sistemi ve Okul Yönetimi ile matematik, fen ve sosyal bilimler alanına yönelik bilimsel gelişmelerden etkilenen derslerdeki güncellenmelerin de belli aralıklarla öğretmenlere yansıtılması gerekiyor.
Hizmetiçi tatil programı
Eğitim Bakanlığının Hizmetiçi Eğitim Dairesi Başkanlığı adında hizmetiçi eğitimi veren bir birimi var. Fakat bu daire, öğretmenin hangi alanlarda hizmetiçi eğitimine tabi tutulması gerektiğini saptama gibi bir işlevi yok. Yaptığı iş, eğitim kurumlarının bağlı olduğu genel müdürlüklerden gelen ve gereksinimden çok tatil olanakları gözetilerek planlanan seminer istemlerini takvime bağlayıp yer temin etmek.
Bana kalırsa Bakanlık bu birimini koordinasyon merkezine dönüştürüp hizmetiçi eğitimini üniversitelerin eğitim fakülteleri ile işbirliğinde gerçekleştirmelidir. 2008’da Anadolu Üniversitesi ile imzalanan Sertifika Programları Protokolü’nün bu öneriye bir adım olduğu söylenecek fakat bu protokol, hem uzaktan eğitimi kapsıyor hem de masrafı katılımcıya yükleyerek başvuruları caydırıyor. Devlet bu konuda yapacağı harcamayı gereksiz masraf olarak görüyor. Sanırım 2008’deydi; o zaman da bir bankayla protokol imzalamıştı öğretmenleri eğitsin diye. Bol bol reklamı yapıldı ama henüz oradan eğitim almış birini görmedik. Bu bakımdan Dinçer’in öğretmen eğitimi, başka hesapların ürünü de olabilir. Dikkatle izleyip gerekirse yol göstermek lazım.
Sendikaların önerisi var mı?
Açıkçası ben, eğitim sendikalarından içinde öneri olan bir açıklama beklerdim. Sendikalar, Bakanlığın hizmetiçi eğitim konusundaki yetersizliğini neden ve sonuçlarıyla ortaya koyup, sonra da önerilerini sıralamalıdırlar. Çünkü öğretmen eğitimi, sendikaların doğrudan ve her şeyden öncelikli olarak müdahil olmaları gereken önemli bir konudur.
Biz hiç uyum sorunu yaşamamıştık
Göreve yeni atanan öğretmenler, görev yerine gitmeden önce uyum eğitiminden geçecekmiş. Öğretmenlere, atandıkları bölgenin kültürü ve gelenekleri hakkında dersler verilecekmiş. Bu haberi duyan eski öğretmenler, “bizim hiç uyum sorunumuz olmadı.” diye düşünmüşlerdir. Ben düşündüm; kısmen kentli, doğuştan Sünni ve Türk sayılmama rağmen ilk görev yerim, bağlı olduğu ilçenin en uzağında Alevi ve aynı zamanda Kürt köyüydü. Görev yerime giderken kimse bana “uyum” dersi vermedi. Buna rağmen hiçbir konuda uyum sorunu yaşamadım.
Köy Enstitüleri çok gerilerde kaldı, ama öğretmen okulu ve eğitim enstitüsü çıkışlı 78 kuşağı öğretmenlerinden istisnalar hariç (elbette solculardan söz ediyorum) görev yerindeki halkla uyumsuzluk yaşayan pek olmadı. Sanırım henüz öğrenciyken her koşula göre hazırlıyorduk kendimizi. Gideceğimiz bölgenin kültürü, gelenek ve görenekleri hakkında asgari bilgi sahibi olabiliyorduk. Fakir Baykurt, Mahmut Makal kitapları, henüz biz atanacağımız köylere gitmeden o köyleri bize getiriyordu. En önemlisi de şöyle ya da böyle hepimizin uğruna fedakârlık yapmaya hazır olduğumuz bir davasının olmasıydı. Bu dava işçinin, köylünün yani öğretmeni olacağımız halkın davasıydı. Onunla ters düşmemiz, onun bize aykırı gelen kültürüyle yitneşmemiz söz konusu olmazdı. Galiba kendimizi din ve milliyet gibi bize ait olmayan değerlerle tanımlama gereksinimi duymamamız hepsinden önemliydi.
Peki, bugün atanan öğretmenlerin gittikleri yerdeki insanlarla uyum sorunu yaşayacağını nereden çıkarıyoruz: Felsefe, mantık, sosyoloji dersleri almadıklarından mı, ders kitabı dışında kitap okumadıklarından mı, halkçı bir ideoloji ile tanışmamış olmalarından mı; yoksa büyük çoğunluğunun dinci, milliyetçi olmalarından mı?
Çocuğunu iyi beslememişsin, besle de getir
Geçenlerde bir televizyon haberinde duydum. MEB kaynaklı olduğu belirtilen haber şöyleydi: Beslenme yetersizliği görülen çocukların okul kaydı yapılmayacak. Televizyonlar böyle özetlese de sanırım yedinci yaşına girdiği halde yetersiz/dengesiz beslenme nedeniyle fiziksel gelişimini tamamlayamamış çocukların kayıtlarının ertelemesinden söz ediliyordu. Eski ve okul yönetimlerinin inisiyatifinde olan bir uygulama.
Neden gündeme geldi anlamadım, fakat merak ediyorum, yetersiz beslendiği tespit edilen öğrenci adayı çocuğun, ertelemeyle beslenme sorunu çözülecek mi? Bakanlığın bu kararı ailenin çocuğunu isteyerek beslememiş gibi bir yargıya dayanıyor. Sanki çocuk bilerek aç bırakılmış da götür çocuğunu besle de getir der gibi…
Milli Eğitim Bakanlığı, yetersiz beslenmeyi çocuğun eğitim sürecini etkileyen bir sorun olarak görüyorsa bu sorunu okulda çözebilir. Ramazan boyunca milyonlarca yetişkini (yüz bin kişiyi aynı anda) sokakta yemekleyen devlet pekala öğrencisine de bir bardak süt bulabilir. Anlamadığım bir şey de çocuğun yeterli beslendiği hangi yöntemle tespit edilecek; boyuna mı yoksa kilosuna mı bakılacak.